31 Ağustos 2012 Cuma

BAYRAMDAN HATIRA

Bayram geçeli çok oldu ama benim elim bir türlü yazmaya varmadı. Bayramı eşimin memleketi Bartın da geçirdik. Kısa ama çok zevkli kalabalık bir bayram yaptık. Tüm kardeşler oradaydık, harika bir bayram yemeği ( köy tavuğuyla yapılan ıslama, resimleyemedim, sofraya gelmesiyle yendi :)) bir daha ki sefere ) ve müthiş bayram gezmeleri. Köyde bayram yaptık ama çok kalabalık köyde evi olan gelmiş. Bizim iki bıcırık da  çok iyi anlaştılar. İkisinin de  bayramlıklarıyla çekilen karelere bırakıyorum sırayı.





15 Ağustos 2012 Çarşamba

"EYLÜL 12 DEN VURDU" AĞLATTI

Twitter da arkadaşların yazışmalarıyla tesadüfen okudum ama ofiste olmama rağmen ağlaya ağlaya okudum. Çok etkileneceğiniz bir yazı. Yazıyı Missred's Diary blogundan hiç eklenti yapmadan yayınlıyorum.

Az sonra zaman ayırırsanız okuyacağınız satırlar  "Eylül 12'den Vurdu " adlı kitaptan alıntıdır. Beni o kadar etkiledi ki sizlerle de paylaşmak istedim. Öyle hayatlar var ki bilmediğimiz, tahmin bile edemediğimiz  bu hayatlarla karşılaştığımızda tokat gibi çarpıyor yüzümüze gerçekler. İşte bunları okuyunca kendime geliyorum, şımarıklığı üstümden atıp silkeleniyorum ve şükrediyorum.
Mart ayı gelmişti ama kızım hala okumaya geçmemişti. Ödevlerini yapmamak için bir sürü bahane buluyordu. Elimden geldiğince ilgileniyor, çalışma şevki kazanması için çabalıyordum. Ancak hiçbir gelişme yoktu. Adeta inatla okuma-yazma öğrenmemeye çalışıyor gibiydi. Öğretmenliğin kazandırdığı bütün deneyimlerimi kullanıyor, hiçbirinin işe yaramadığını gördükçe paniğim artıyordu. 
Kızımdan bir yaş küçük oğlum ve henüz yedi aylık bebeğim den çalabildiğim her dakikayı kızıma ayırıyor, ancak öğretmeniyle her konuştuğumda büyük bir düş kırıklığı ile eve dönüyordum. 'Kızım acaba geri zekalı mı' diye düşündüğüm oluyor, bu düşünceler yüzünden beynimin zonklamasını geçirmek için iki, üç tane ağrı kesici almak zorunda kalıyordum. 
O soğuk mart akşamında, sönmeye yüz tutmuş sobanın yanında, kızıma heceleri söktürebilmek için uğraşırken, onun ilgisizliği kalan son sabrımı da tüketti. Ayların birikimiyle kızı mı omuzlarından tutup, silktim ve minicik yanağına hatırladıkça utandığım' bir tokat attım. Yanağı kıpkırmızı oldu. Şaşkın ama kızgın baktı. Ağlamamak için minik dudaklarını sürekli büküyor, bakışları kalbimin ötelerine doğru ok gibi ilerliyordu. 
Sessizliği bozan ben oldum.
"Neden? Nazlıhan neden? Niçin okumayı öğrenmek için gayret göstermiyorsun? Sen aptal değilsin. Neden kendine aptalmışsın gibi davranılmasına izin veriyorsun?" 
Bir an durdu, sonra sesinin bütün yırtıcılığı ve kiniyle, "Çünkü ben okumak istemiyorum"diye haykırdı. Kulaklarıma inanamıyordum. Yüksek tahsil yapıp, iyi bir geleceği olacağını düşledim biricik kızım, benim, ben öğretmen Emine Özgenç'in kızı "Okumak istemiyorum" diye bağırıyordu. 
Hayal kırıklığı ve şaşkınlık içerisinde "Neden?" diye sorabildim.
"Çünkü ben senin gibi okuyup, öğretmen olup, çocuklarımı evde yalnız bırakıp işe gitmeyeceğim, Çalışmayacağım, Ben sadece anne olacağım." 
Kızım konuşmuyor, adeta beni tokatlıyordu. Başım dönüyor, gözüm kararıyor, bu sözlerin gerçekten kızıma mı ait olduğunu anlamaya çalışıyordum. Evet bu sözleri bana yedi yaşındaki kızım söylüyordu. "İnsan şimdi bayılmaz da ne zaman bayılır" di ye düşündüm. Sanki, birden, gözlerimin önünde bir sinema perdesi açıldı ve acı bir film oynamaya başladı. Yozgat'ın Nohutlu Tepesi'nde, o her çıkışımda hiç bitmeyeceğini düşündüğüm yokuşun başındaki bir türlü ısıtamadığım evi hatırladım. 
12 Eylül sonrası, eşimin (birçok insana yapıldığı gibi) hiç anlayamadığım bir tarzda ve sebepsizce tutuklanıp cezaevine götürülüşü. Aylarca tutuklu olduğu halde mahkemenin bir türlü başlamayışı. Yıllarca süren ve benim, eşimin neden tutuklandığını beraat ettikten sonra bile anlamadığım mahkemeler. Bakamadığım için dokuz aylık oğlumu Samsun'a, anneme bırakmam. Bakıcı ve anaokulu masraflarını karşılayamadığım için, iki yaşındaki kızımı her gün çalıştığım liseye götürüşüm. Yavrumun öğretmenler odasında koltuklarda uyuyuşu. Uykusunun en derin yerinde çalan teneffüs ziliyle yavrumun fırlayıp koltuklara oturuşu. Sonra müdürün beni çağırıp, "Bak Emine Hanım, biliyorum zor durumdasın ama seni gören herkes çocuğunu okula getirmeye başladı. Burası çocuk yuvası değil ki. Bir daha kızını okula getirme" deyişi. O günden sonra iki buçuk yaşındaki kızımı o koskoca, o sopsoğuk evde, yalnız başına bırakıp, dönene kadar kızımı koruması için Allah'a yalvarışlarım. Acıkır ve susar diye etrafa bıraktığım su bardakları ve yiyecekler. Her akşam eve döndüğümde yavrumu bir köşede battaniyenin altında büzüşmüş buluşum. 
"Yavrum, iyi misin? Korktun mu?" diye sorunca, "Korktum, ağladım, ağladım, yoruldum, sustum, sonra yine ağladım" diyerek boynuma sarılışı. Bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden. Bir türlü filmin sonu gelmiyordu. 
Nisan sonlarına doğru bir öğle paydosunda eve gelmiş ve zili çalmak zorunda kalmıştım. 
O sabah telaşla çıkarken anahtarı evde unutmuştum. Ama çok dert etmemiştim. Nasılsa kızım evdeydi. Kapıyı açardı. Ama açmadı. Açmadığı gibi sesinin bütün gücüyle "Anne" diyerek ağlıyordu. "Kızım, ben annenim, aç kapıyı" dedikçe o "Hayır sen annem değilsin. Sen kurtsun. Beni yiyeceksin" diye feryat ediyordu. Ne söyledimse inandıramadım. Dinlediği bir masaldan etkilenmişti besbelli. Yavrum, minik yavrum korkuyor ve ağlıyordu. Yarım saat uğraşmış, ikna edememiştim. 
Yapacağım tek şey vardı. Bir şekilde içeri girmek. Ama nasıl? Kapıyı kıracak gücüm yoktu. Nohutlu Tepesi'nde çilingir ne gezerdi. İçerde yavrum feryat figan ağlıyordu. Neden sonra alt kata inmeyi düşündüm. Kapıyı açan komşuma bir yandan olayları anlatıyor, bir yandan balkona doğru koşuyordum. Bir sandalye bulup balkona yerleştirdim ve üst kattaki evimin balkonuna ulaştım. Ben, 153 santimlik ufak tefek kadın, bir sandalye yardımıyla nasıl olup üç metrelik tırmanışı gerçekleştirerek, üçüncü kattaki evimin balkonuna ulaştım. Hala anlamış değilim. Sanki görünmeyen bir el beni yukarı çekti. Balkonun kapısı pek sağlam olmadığından, kilidi kolayca açıp içeri koştum. Kızım kapının dibine oturmuş, başını bacaklarının arasına sıkıştırmış ağlıyordu. Sarıldım, sarıldım, sarıldım... Göz yaşlarım onunkiyle karıştı. Koynuma büzüldü. Sadece "Annem, anneciğim, kurt beni yiyecekti" diyebiliyordu. O gün öğleden sonraki ilk dersimi kaçırdım. Müdürün ikazına rağmen kızımı sınıfıma götürdüm. Önce müdür muavini, sonra müdür tarafından azarlandım ama hiç cevap vermedim. Sadece göz pınarlarımda iki damla yaş belirdi. Ve o yaşlar müdürün birden susup özür dilemesine sebep oldu. 
Evet bu acı film bitecek gibi değil. Kızımın sesiyle irkildim.
"Ben okumayacağım. Anne olacağım diye feryat ediyordu. Feryat etmiyor sanki beni tokatlıyordu. Ona iyi bir anne olamadığımı ve bundan duyduğu rahatsızlığı bu sözlerle haykırıyordu yüzüme. Hayatımın hiçbir anında böylesine bir acı yaşamamıştım. Hiçbir söz yüreğimi ve belleğimi böylesine hırpalamamıştı. 
Kızımın kestane rengi saçlarını okşadım. Tokadımla kızaran yanağını öptüm. Başını göğsüme bastırdım. Onun hafızasında yer eden bütün acıları silmek istiyordum. En doğru, en eğitici sözleri bulmalıydım. Ama nasıl?.. Bu allak bullak beyinle nasıl? 
Öğlece ne kadar kaldık bilemiyorum. Bir ara konuşacak gücü bulabildim.
"Kızım, her okuyan kadın çalışmak zorunda değildir. Sen iyi bir anne olmak istiyorsun. Ben de iyi bir anne olmanı istiyorum. Ancak, okursan, bilgili olursan, iyi bir anne olabilirsin. Çalışmak zorunda değilsin ki. Sen de evde çocuklarına bakar, onlara okuma yazma öğretirsin" diye devam eden birçok cümle sıraladım peş peşe. Kızım ikna olmuş görünüyordu. Ertesi gün okuldan geldiğinde onu masanın başında Cin Ali kitabını okurken buldum. Kızım, okuyup yazmayı aylar önce öğrenmiş fakat ısrarla herkesten saklamıştı. 
Öğretmeni şaşkındı. "Nasıl olur da bir çocuk, bir günde bu kadar ilerleme kaydedebilir?" diye soruyordu. Bu sorunun cevabı öyle uzun ve anlaşılması öyle güçtü ki... O an susmak, en güzel cevaptı çünkü bu sorunun cevabını ancak ben ve Nazlıhan anlayabilirdik. Şimdi kızım, Gazi Üniversitesi'nde işletme okuyor. Anadilini çok iyi okuyup, yazdığı gibi iyi derecede İngilizce de biliyor. En önemlisi bir kadının hangi şartlarda olursa olsun çalışması ve ekonomik özgürlüğünü elde etmesi gerektiğine inanıyor. En güzeli de her fırsatta "Canım annem diye sarılıp yanaklarımdan öpüyor. Ben de onun, daha önce "o utandığım tokatla" kızart tığım yanağından öpmeye özen gösteriyorum. 
Emine Özgenç

14 Ağustos 2012 Salı

VATAN SAĞOLSUN ÖYLE Mİ


 Bu yazıyı Facebookta okudum ve çok beğendim, bura da da paylaşmak istedim.
‎-Güneydoğuda herif 30 çocuk sahibi olacak...
- Sonrada bu çocuklarını terörist sempatizanı yapacak...
- Çalışmayıp yan gelip yatacak...
-Benim maaşımdan veya küçük esnaftan %30 vergi alacaksın...
-SSK primim bir emekli maaşı kadar olacak...
-Ben bu herifin bebelerine büyüyünce, Askerime Polisime kurşun sıksın diye mi bakacağım...
-TÜRK AÇILIMI İSTİYORUZ...!!!

-Ben bir çocuğa bakmak için deli gibi çalışacağım...
-Bu ülkeye hiç bir katkıları olmayan,
-Bu güzel ülkemin, Türkiye'min vatandaşı olmak hakkını bir kenara iten,
-Kendi kendilerine ırkçılık yapan,
-30 tane palesi için devlet ona çocuk yardımı yapacak...
-TÜRK AÇILIMI İSTİYORUZ...!!!

-Vergisiz kaçak petrol kullanacaklar...
-Ben de vergi üstüne vergi vereceğim...
-Ben bu kadar SSK primi ödeyeceğim...
-Hastanelerden zar zor faydalanacağım...
-TÜRK AÇILIMI İSTİYORUZ...!!!

-Ben sesimi yükseltemezken...
-Eylem yapamazken...
-Düşüncemi ifade edemezken...
-İşçi, memur yürüyüş yapıp hak arayamazken...
-O adam çıkıp bayrak yakacak...
-Bölünme isteyecek...
-Etrafı yakıp yıkacak...
-Her şeyi Devletten bekleyecek,
-Daha fazla demokrasi ve özgürlük isteyecek...
-Gece 02:00'de İzmir’deki bir insan Diyarbakır’a gidemezken, Diyarbakır’lı her saat İzmir’e gelebiliyorsa,
hangisinin özgürlüğü kısıtlı.
-Polisleri taşlayan bu itlere karşı, polislerin insan hakları diye eli bağlanacak...

-Elektrik, su ve doğalgaz borcunu geciktirsen hemen kesilen ve bir dünya faiz ödeyen biz...
-Devlet arazisine bir gecede çöküp oraya ev yapmayan biz...
-Zar-zor, borç-harç ev alıp birde bunun takır takır vergisini ödeyen biz...
-pkk ve yandaşlarının kullandığı kaçak elektrik parasını ödeyen biz...
-Elektriğe, suya, gaza para vermeyip bedava arazide ev kurup oturan PKK’lı...
-TÜRK AÇILIMI İSTİYORUZ...!!!

-Demokrasiden bahsedip, teröre yol açmak ?
-İnsan öldürüp, hak talep etmek?
-Bu ne yaman çelişki....!!!!

13 Ağustos 2012 Pazartesi

İKİ KELİMELİK CÜMLE

Hafta sonları en müthiş ve en hızlı haliyle devam ediyor. Ne zaman pazar akşamı oluyor anlayamıyorum. Kızımla öpüş öpüş, sarmaş dolaş, tüm günü beraber geçir, sonra pazartesi sabahı işe gel. Çok zor oluyor benim için. Doğum iznindeyken anladım aslında. Ben ev hayatına çok çabuk alışıyorum. Sabah çocukla kalkıp, yatakta tembellik yapmak, rahat rahat kahvaltı, öğlen yürüyüşleri vs. hafta sonu rahatlığında geçen günler, tam benlik. Çalışmayı da seviyorum. Ama evde minik cadıyı bırakmak her pazartesi aynı cümleleri kurduruyor bana. Hele ki sabah erken uyanmışsa, o gün daha da zor. Bu aralar her akşam anlatıyorum anne işe gidecek, akşam gelecek. Tamam diye de onaylıyor beni. Bakalım umarım etkili olur da. Ağlayarak işe uğurlamalar biter. Keşke çalışan anneler için tatil günlerini üç güne çıkartsalar. şahane olurdu.

Babaya kurulan ilk cümle. "Baba düttü". Bizde bir sevinç bir sevinç. Halbuki iki kelime ama o iki kelimeyi yan yana bizim cadıdan duymak bizi sevince boğdu.. Eminin tüm anne babalar ne hissettiğimizi anlamışlardır.
18. ay aşılarımızı olduk. Hatta geç kalınmış su çiçeği aşısıyla beraber üç aşı birden olduk.
Çantasız çıkmam pozu. Hafta sonu hep çantayla dolaştı.